Değişime var mısınız?

Bu değişimden ise, hiç bir şey nasibini almadan devam edemiyor yola. .

“Değişmeyen tek şey değişimdir.” demiş Antik Yunan filozofu Heraklitos. Hiç modası geçmeden gelmiş günümüze dek bu söz.

Özellikle teknolojinin süratle geliştiği günümüz dünyasında; bilginin, bilmenin, ilmin daha bir önem kazandığı şüphe götürmez bir gerçek.

Kimi sosyologların da önemle üzerinde durduğu konu da; günümüzün en değerli sermayesinin bilgi sermayesi olduğu yönünde.

Hele ki yaşadığımız bu dünyada, kapıda enerji krizi, çevre krizi, iklim krizi, kıtlık ve kuraklık sorunları beklemekteyken.

Kısacası ister adına Milenyum Çağı deyin, ister Bilgi Çağı, bu dönemde slogan” Bilgi güçtür.” sloganı. Hepimizin gözlemlediği gibi de, bilgiyi elinde tutan toplum ya da ülke, güçlü toplum ya da ülke durumunda. İşte esas yarış burada.

Bilgi, bilme, bilim. Kulağa hoş gelen güzel sözler. Peki biz bu işin neresindeyiz ve ne yapıyoruz?

Biraz meraklı olup araştıran herkesin vakıf olduğu üzere; bilgi üretmek, ilim/irfan sahibi olmak, bilimden yararlanmak, toplum için iyi bir şeyler yapmak adına bu topraklarda gayret sarf eden, ancak isimleri çok da anılmayan kahramanlar görürüz.

Osmanlı’ya kadar dönelim mi? İlk ayrışmalar oradan başlar, ilk çelmeleri o vakitler yemişiz sanki.

Mesela İstanbul’daki Tophane sırtlarında 1575 yılında kurulan ve kısa süre sonra  yıkılan ya da yıktırılan ilk rasathaneyi ve Takiyyüddin’i kaç kişi hatırlar ? Neden yıkılmış veya yıktırılmıştır?

Avrupa, hareketli parçalarla yazı baskısı yapabilen ilk matbaayı 1450 yılında icat edip geliştirirken ve Osmanlı’da azınlıklar elinde kurulan ilk matbaa ile  1493 te ilk basım yapılırken biz ne yapıyorduk?

1727 de ilk Türk matbaasını kuran İbrahim Müteferrika’nın karşılaştığı zorlukları, yaşadıklarını kaçımız bilmektedir? Kaç kitap basabilmiştir? Kul/reaya kısmından kaç kişi okuma yazma bilmektedir? Kaç eve kitap girmektedir mesela?

Bilgi, bilme ve ilim noktasında ilk basamak; soran, sorgulayan, okuyan, merak eden, yaratıcı bireyler ve yeniliklere açık bir toplum olmaktır.

İşte esas bizim sorunumuz buradan başlamakta kanımca. Bu sebepledir ki ekonomik gerekçeler bir yana, gelişmiş ülkeler aya giderken biz hep yaya kalmışız. Ne zaman bir yenilik olsa, kaldırırız kazanları, yeniçeriler olsa da, olmasa da kazanları bizde hâlâ.

İçimize işlemiş, nasıl bir korkuysa bu korkarız yeniliklerden, bizi bozacağından ne hikmetse.

Şirket yöneticileri bilirler, hedef belirlemede bile, kişilere ulaşılabilir hedefin üstünde hedef verirseniz, çalışan tutmayacağının zaten bilincindedir ve peşinen hedeften veya işten vazeçer

Biz hedef olarak neyi seçiyoruz? Yerimizde saymayı mı? Yoksa gerçekten gerçek anlamda ilerlemeyi, toplumsal refaha ulaşmayı mı?

İlerlemek ve toplumsal refaha ulaşmak gibi bir hedefimiz varsa şayet;

İçinde bulunduğumuz koşullarda, istediğiniz kadar eğitim müfredatını mıncıklayın, yamayın, orasını burasını düzeltmeye kalkın, adam değiştirin fark etmez.

Bu güzel coğrafyada farklılıkları kabul etmeden, zenginliklerinden yararlanmadan, öteki beriki ile uğraşarak boşuna zaman kaybederiz.

Mesele birbirimizi kabullenmemiz, en azından asgari müştereklerde birleşebilmemiz. Hoşgörü ve saygı çerçevesinde elele birlikte bu yolu yürüyebilmemiz aslında. İlk başta ailelerin/ ebeveynlerin, sonrasında ise eğitim müfredatının bu yönde değişimi gerçekleşmeden, istesek de bir adım öteye dahi gidemeyiz.

Derin devlet, mafya söylemlerini yücelterek, insanların bu devran böyle gelmiş böyle gider şiarıyla vatandaşlık bilincine varmalarını sağlayamayız. Doğaldır ki bu durumda herkes kısa yoldan köşeyi dönme, kendi gemisini kurtarma telaşına düşer. Bu noktada mücadele bireyin hayat mücadelesi olarak kalır. Kimisi henüz çocukluktan çıkamamış gençlerimiz, atarlar omuzlarına paltolarını, çekerler kasaturalarını  küçük mafyacıklar olarak biter, gelişiverirler. Öylece bakarız biz de hep birlikte onlara.

Siyaseten yüksek öğrenime müdahale etmek, akademisyenlerin niteliklerinin bile sorgulandığı  apartman üniversitelerinde kendi kendimizi ve hatta çocuklarımızı kandırmak, geleceğe yapılan bir yatırım değildir.

Liyakat yerine nepotizmden medet ummak, ne ahlaki, ne etik, ne de bilimsel değerlere sığar. Ayrıca gerçekten hak edenlerin hak ettiği yere gelememeleri, geleceğe güvensizlik, boş vermişlik, vazgeçme, farklı yollara sapma eğilimi ile mutsuz, kaygılı, sağlıksız bireylerden oluşan bir toplumu vücuda getirir.

Eşitlik, adalet, hak, hukuk gibi kavramların evrensel değerler ve kanunlarımız çerçevesinde herkese adilane uygulanmaması da aynı sonucu getirecektir, farklı bir sonuç beklemeyelim.

Habercilikte tek el, medyada sansür, karşıt düşüncelerin baskı altında tutulması; özgür bireylerin ve özgür düşüncenin gelişimini baltalamanın ötesine gidemez. Tabi ki bilgi kirliliği ile mücadele edelim, ama bunun yolu, ifade ve düşünce özgürlüğüne baskı  ya da sansür olmamalı.

Özel hayata/hayatlara saygı toplum birlikteliğinin olmazsa olmaz koşuludur. Esasında toplumda; normal vatandaşlarımızın yaşam dünyasında olmayan açık/ kapalı, başörtülü/ örtüsüz, dindar/ ateist/deist vs aklınıza gelen her türlü ötekileştirici kavramlar siyaseten popülist söylemlerde kullanılmak suretiyle toplumumuz ayrıştırılmakta ve boşuna zaman kaybedilmektedir. Toplum refahı, ilerleme, bilgi, bilim dediğimiz noktada; böyle bir ayrışma değil, tam tersine farklılıklarla bütünleşme gereklidir.

Bu tarz ayrımcı söylemlere, sorumlu vatandaşlar olarak prim verilmemeli, siyaseten de, kamusal/özel alan farketmeksizin diğer alanlarda da bu söylemlerden kaçınılarak herkesin özel hayatına saygı ve hoşgörü iklimi esas olmalıdır. Bunu kabullenmeyen, böyle davranmayan, nefret ve kin diline hakim olan bireyler ve oluşumlar, hattı zatında, bence  toplum tarafından asıl  ayıplanması ve dışlanması gerekenlerdir.

Laiklik denen olguyu sağından solundan çentik atarak yıpratmaya çalışmak, aynı dini/inancı paylaşmayan vatandaşlarımızın ötekileştirilmesinin ötesine gitmeyecektir. Oysa ki vatandaşlık bilincinde, yurdunu seven insanlar olarak bir eksiksek hep eksiğiz.

Dini hassasiyeti yüksek vatandaşlarımızı dini konularda tarikat/ cemaat/ şeyh/şıh gibi oluşumlara teslim etmek ve  bu oluşumların alenen topluma, cinsiyete, bireylere, vs. olumsuz tüm söylemleri gördüğüm odur ki dini inançlara yarar değil, zarar getirmektedir.

Henüz kendi bilincine erememiş, dünyayı tanıyamamış çocuklarımızın her yönden istismarının önüne geçilmeli, buna mahal verilmemelidir.

Din ve ahlak konularında eğitim verilecekse, bu; tüm dinlerin bilgilerini kapsayacak şekilde, evrensel ahlaki ve etik değerlerde, eşitlik, adalet, hak, hukuk, hoşgörü konularını içerecek şekilde olmalıdır.

Sadece tek bir din için eğitim almak isteyenler;  devletin denetiminde olan, istismara, ötekileştirmeye, berikileştirmeye, nefrete mahal vermeyen kurumlardan eğitim almalıdır.

Bu topraklarda ümmet değiliz biz, vatanında uyum içinde yaşamaya çalışan vatandaşlarız hepimiz.

Önce bunu kabulle başlamalı işe.

Toplumda birinin veya nüfusun azınlık bir kesiminin ya da benim/sizin çevrenizin zenginlik veya refahı değildir önemli olan. Önemli olan gelir adaleti ile hep birlikte refah içinde olmak. Ötesi gelip geçicidir ve aslen toplumsal refah ve ilerleme değildir.

Hepimiz sorumluluğumuzun bilincinde, sorup sorgulayarak, öteki beriki ile uğraşmadan önümüze bakıp, birbirimizin elinden tutarak devam etmeliyiz yola. Ancak böylece hep birlikte ulaşabiliriz  istediğimiz/hedeflediğimiz  refaha, mutlu, kaygısız ve güvenli günlere..

Bugüne kadar ayrıştırıldık, ötekileştirildik istemsizce.

Peki bugünden sonra var mısınız böyle güzel bir birlikteliğe ve  değişime?

 

 

 

 

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Loading…

0

Bir 1 ayda 6 bin kişi gezdi

“Zorunlu trafik sigortası cep yakıyor”